16 Aralık 2017 Cumartesi

KIRK YIL SIRTINDA ODUN TAŞIYAN ŞAİR

Yoksul Yunus sırtıyla kırk yıl dağdan odun indirdi.
Kırk yıl sabretti yüreğine aydınlığın doğacağı
günü bekledi.
Sivrihisar’a bağlı Sarıköy derler bir köy vardı.
Burada Yunus adında genç bir adam yaşıyordu.
Taptuk Emre adında bir yol göstericinin kapısına
sığınmıştı. Başka insanlarda vardı burada. Taptuk
Emre Yunus’u dağdan odun getirmekle
görevlendirmişti.
Yunus her gün dağa gitti, odun getirdi. Bunlar
öyle odunlardı ki oklava gibi dümdüzdü. “Niçin
hep düzdün odun getiriyorsun? Ormanda hiç eğri
odun yok mu?” diye soranlara “Taptuk’un
kapısına eğri odun yaraşmaz,” karşılığını verirdi.
Bir yıl değil, beş yıl değil, yoksul yunus tam kırk yıl
hergün dağdan odun taşıdı. Durumundan
kimseye yakınmadı, yazıklanmadı.
Kırk yıl geride kalmıştı. Bir akşam Taptuk
ocağında kalabalık bir topluluk yer almıştı.
İlahiler okunacak, şiirler söylenecekti. Yunus da
dağdan yorgun argın gelmiş, kapı ardında bir yere
ilişmişti. Taptuk’un adamları arasında Yunus’-ı
Güyende (Söyleyici Yunus)adında bir şair vardı.
Taptuk emre ona:
“Yunus,” dedi. “haydi bir şeyler söyle de
dinleyelim.”
Güyende mırın kırın etti, bir şeyler demek istedi
başaramadı.
Ak sakallı Taptuk Koca, topluluğa bakındı. En
arkada kapı dibinde Yunus’u gördü.
“Haydi oduncu Yunus, sen söyle!”
Yunus bir anda gözlerinden bir perde kalkmış gibi
içinin aydınlandığını hissetti.  Her şeyi daha bir arı
duru duru görmeye başladı ve dili çözüldü. O gece
orada öyle güzel şiirler söylendi ki dinleyenler
kendilerinden geçtiler.
Ertsi gün Taptuk baba Yunus’u çağırdı:
“Artık,” dedi, ”aradığını buldun. Çilen doldu,
tamam oldu. Bundan böyle bu kapıya odun
getirmen gerekmez.”
Yunus pirinin elini öptü. Sırtında aba, ayaklarında
çarık, omzunda çıkını, elinde sopası yollara düştü.
Dağlara taşlara, uçan kuşlara, tarlalarda çalışan
insanlara, atlarının üstünde kurumlu kurumlu
giden eli kanlı beylere şiirler söyleyerek yıllarca
dolaştı. Yolu bir gün Konya’ya düştü. Büyük şair
ve bilgin Mevlana’nın yanına vardı, elini öptü.
Mevlana kendisine yeni yazdığı altı ciltlik Mesnevi
adlı kitabını gösterdi. Yunus baktı, karıştırdı:
“Uzun yazmışsın,” dedi “Ben olsam, Ete kemiğe
büründüm Yunus diye göründüm derdim, olur
biterdi.”
Yunus bütün Anadolu’yu Suriye’yi, Azerbaycan’ı
içine alan uzun yolculuğundan dönünce gene
Taptuk Emre’nin yanına vardı. Taptuk Baba, artık
iyice yaşlanmıştı. İki gözü görmez olmuştu.
Yunus’a:
“Yunus’um,” dedi, “iki güneş bir arada barınmaz,
şimdi bir ok atacağım. Bu oku ara, onu nerede
bulduysan orada yerleş kal.”
Ok vınlayarak bulutların arasında kaybolup gitti.
Yunus tam beş yıl bu oku aradı. Sonunda
doğduğu Sarıköy’de buldu. Oraya yerleşti ve
orada öldü. Şimdi mezarı Sarıköy’dedir.
Yunus Emre Türk edebiyatının en büyük
şairlerinden birisidir. O zamanki Türk aydınları
Türk dilini hor görüyor, Arapça, Farsça yazmayı
üstünlük sayıyorlardı. Yunus emre halkın
konuştuğu Türkçe’yi şiir dili yaptı. Üstün şairlik
yeteneği ile dilimizi içlere işleyen  akıcı ve sıcak bir
ses haline getirdi.
Türk halkı onu yedi yüz yıldır hiç unutamadı. Kimi
kentli şairler onu küçük gördüler, yazdıkları
kitaplarda adını anmadılar ama köylünün,
kasabalının,, hatta dağ başındaki çobanların
dilinden hiç düşmedi.
Şiirlerinden hangi dinden, hangi ırktan olursa
olsun, insanları sevmek gerektiğini, barış içinde
yaşama dileğini dile getirdi.
Derler ki, Yunus üç bin tane şiir yazdı. Şiirlerinin
yazılı bulunduğu defter, Yunus öldükten yüz yıl
sonra Molla Kasım adında bir Ham Sofunun
eline geçti. Defteri yanına aldı. Irmak kıyısına
vardı. Sağ yanında bir ırmak akıyordu sol yanında
da bir ateş yaktı. Başladı şiirleri okumaya. Dar
kafalı Molla, şiirleri okuyor hiç birisini
beğenmiyordu. Bunları dine aykırı buluyordu.
Okuduğu sayfayı koparıyor kimini yanı başında
sessiz sessiz akıp giden ırmağa atıyor, kimini de
oylumoylum yanan ateşte yakıyordu. Tam iki bin
şiiri yok etmişti. Birden eline iki bin birinci şiir
geçti. O şiirin sonunda şöyle deniliyordu:
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sorguya çeken bir Molla Kasım gelir.”
Molla Kasım böğründen kurşun yemişe döndü.
Dili dişi kitlendi. Ben ne yaptım da iki bin şiiri
yaramaz diye yok ettim,” diye dövünmeye
başladı.”
Ama dövünmesi gereksizdi. Çünkü o şiirlerin hiç
birisi boşa gitmedi. Yok olmadı. Halkımızın
inancına göre bu gün ırmağa atılan bin şiiri
denizlerde balıklar, yakılan bin şiiri gökyüzündeki
kuşlar, kalan bin şiiri de insanlar okuyor.
Şimdi siz bunun aslı varmı diye soracaksınız. Aslı
olmasa da bir büyük şaire halkın verdiği değeri
göstermesi bakımından çok güzel bir hikaye…
büyük şairler çiçeklere benzer, halk toprağında her
yıl yeniden açıp dururlar.
Hasan Latif Sarıyüce

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder