27 Aralık 2020 Pazar





 Buluşlarıyla Dünya tarihinde oldukça önemli bir yere sahip Amerikalı mucit Nikola Tesla 10 Temmuz 1856 doğdu.

Avusturya İmparatorluğu'nda doğup büyüyen Tesla, mühendislik ve fizik alanında ileri bir eğitim aldı.

1880'lerin başında telefonculukta ve Continental Edison'da yeni elektrik enerjisi endüstrisinde çalışırken uygulamalı deneyim kazandı.

1884 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etti. New York'ta kısa bir süre kendi yoluna koyulmadan önce Edison Machine Works'te çalıştı.

Ortaklarının fikirlerini finanse etmeleri ve pazarlamaları için Tesla, New York'ta çeşitli elektrikli ve mekanik cihazlar geliştirmek için laboratuvarlar ve şirketler kurdu. 

1887 Kasım ve Aralık aylarında Tesla, buluşlarına toplam yedi adet ABD patenti aldı. 1886’da çok fazlı sistemler için patent aldı. Bu yılın sonuna kadar 18 patent daha aldı. Ardından birçok Avrupa patenti aldı ve şimdiki Adı IEEE olan o günkü AIEE de konferans verip dünya mühendislerine tek ve çok fazlı akım sistemlerini anlattı.

Kendisinin alternatif akım (AA) indüksiyon motor ve 1888'de Westinghouse Electric tarafından lisanslanan ilgili çok fazlı AA patentleri kendisine önemli miktarda para kazandırdı ve şirketin pazarlayacağı çok fazlı sistemin temel taşı oldu.

Nikola Tesla aynı zamanda Dünya'nın katmanlarından biri olan iyonosferin insanlığın yararına kullanabileceğini söyleyen ve bunu ispatlayan bilim adamıdır. İyonosfer, 19. yüzyılda keşfedildi, Nikola Tesla'yı ilgilendiren en önemli özelliği ise elektrik enerjisinin ve radyo, ses ve elektro manyetik dalgaların kablosuz olarak çok uzak bir noktadan diğer noktaya taşımasını sağlamasıydı.

Nikola Tesla, iyonosfer ile ilgili çok fazla araştırma yaparak ilk radyo yayın merkezi ve kablosuz elektrik taşıma merkezi olan Wardenclyffe Kulesi'ni Long Island'da 1901 ile 1905 yılları arasında inşa etti.

Nikola Tesla, 7 Ocak 1943 tarihinde 86 yaşındayken New Yorker Oteli'nin 33. katında, 3327 numaralı odasında otel görevlisi Alice Monaghan tarafından ölü olarak bulundu.

7 Aralık 2019 Cumartesi

MİMAR SİNAN’IN SES SİSTEMİ


Bundan yaklaşık 465 yıl önceydi. Süleymaniye Camii’nin mimarı Koca Sinan, caminin henüz inşaat hâlinde olduğu bir gün içeri girer. Tam kubbenin altına oturur ve yanında getirdiği nargileyi fokurdatmaya başlar.
Tabii Mimar Sinan, Kanuni Sultan Süleyman’ın sevdiği, değer verdiği bir kişi olunca çekemeyenleri de olacaktır elbette.
İşte o çekemeyenlerden bazıları bu durumu görünce fırsat bu fırsat diyerek onu padişaha şikâyet ederler. Derler ki:
– Padişahım, sizin mimarbaşınız Sinan, kubbenin altında yan gelip nargile fokurdatıyor.
Bunu duyan Sultan Süleyman çok sinirlenir. “Üstelik bir de camide haa…”
Lâkin bu adamların sözüyle de Sinan’ı cezalandırmaz. Hem boşa mı Muhteşem Süleyman demişler. Kendi gözüyle görmek ister. Gizlice inşaatı teftiş için yola koyulur.
Camiye varınca bir de ne görsün. Sinan gerçekten de kubbenin altında nargile fokurdatıyor. Sultan Süleyman:
– Bre Koca Sinan! Bu ne haldir, diye sorar.
Sinan toparlanır ve gayet sakin bir şekilde:
– Padişahım, önümdeki şu nargileyi bir gözden geçirseniz, der.
Kanuni Sultan Süleyman nargileye bu sefer daha dikkatli bakar. Nargilede tütün yoktur.
Bunun üzerine Mimarbaşı Sinan:
– Sultanım, bu nargileyi burada sırf fokurtusu için bulunduruyorum. Üflediğimde oluşan su kabarcıklarının çıkardığı sesin kubbede ne kadar süre yayıldığını kontrol ediyorum, der.
Meğer Sinan, kubbeye 255 tane içi boş su küpü yerleştirmiş. Böylece caminin ses düzenini ayarlamış. Hem de öyle bir ayarlamış ki mikrofonun ve hoparlörün olmadığı o devirlerde imam efendinin sesi, onun mimarlığı ve mühendisliği sayesinde caminin her tarafına yayılıyormuş.
Bir de şimdiki camilerimize bakalım. Her taraf hoparlör değil mi. Üstelik bazı camilerde hoparlörler ayarsız olduğundan imam efendinin sesi anlaşılmıyor bile.
Bakalım yüz yıl sonraki camilerin ses sistemi nasıl olacak. Camiler uzay üssüne benzeyip duvarları radyasyon yayan elektronik cihazlarla mı dolacak? Yoksa aramızdan birileri Mimar Sinan’ın hatıralarını anlattığı “Tezkiretül Bünyân” isimli kitabını okuyup, beş yüz yıl ömrü olan binalar mı yapabilecek? Yeni Mimar Sinanlar çıkacak mı?

20 Nisan 2019 Cumartesi

Anlamlı (Yaşanmış) Hikayeler

Anlamlı (Yaşanmış) Hikayeler
Bu başlık altında, düşündüren ve benim için anlamlı küçük
hikayelere yer vereceğim.. Katılımlarınızı bekliyorum..
************************
Hindistan?da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu
ressamın yapıtlarını kusursuz kabul edecek kadar
beğenirmiş ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga
Geleri olarak tanısa da kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun
yetiştirdiği bir ressam olan Racigi ise artik eğitimini
tamamlamış ve son resmini bitirerek Ranga Guru?ya
götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş.
Ranga Guru;
"Sen artık ressam sayılırsın Racagi. Artık senin resmini halk
değerlendirecek."
diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve
meydanda en görünen yere koymasını istemiş. Yanına da
kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere
çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
Racigi denileni yapmış.
Racigi birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş
ki tüm resim çarpılardan neredeyse görünmüyor. Çok
üzülmüş tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo
kırmızıdan bir duvar sanki. Resmi alıp götürmüş Ranga
Guru?ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru
üzülmemesini ve yeni bir resim yapmasını istemiş. Racigi
yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru?ya götürmüş.
Ranga Guru resmi tekrar şehrin en kalabalık meydanına
bırakmasını istemiş. Ama bu defa yanına bir palet dolusu
çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte
insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden
bir yazı bırakmasını istemiş. Racigi denileni yapmış...
Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç
dokunulmamış, fırçalar da boyalar da bırakıldığı gibi
duruyor. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru?ya gitmiş ve
resme dokunulmadığını anlatmış. Ranga Guru demiş ki;
"Sevgili Racigi, sen ilk resminde insanlara firsat verildiginde
ne kadar acımasız eleştirebileceklerini gördün. Hayatında
resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı...
Oysa ikinci resminde onlardan hatalarını düzeltmelerini
istedin, yapıcı olmalarını istedin. Şunu hiç unutma sevgili
Racigi, kötü yönde eleştirmek kolaydır, yapıcı eleştiride
bulunmak ise eğitim gerektirir. "

16 Aralık 2017 Cumartesi

Fabrika Satın Alan İşçi

Fabrika Satın Alan İşçi
Üretim yavaşlamış moraller iyice sıfırlanmıştı.
İmalat için yarı mamul getiren firma kırk naz
ederek restini çekmeye başlamıştı. İçerde yaklaşık
on işçi kalmıştı. Makinaların çoğu bozulmuş darp
edilmişti. En büyük suç serseri müdür ve ona uyan
patronundu. Böyle gitmeyecekti elbet.
Otomobillere yedek parça üreten bu güzelim
işyerini bir kahraman çıkıp yeniden canlandıracak
ve toparlayacaktı. Tarifi edilen bu genç halen
fabrikada çalışan bir işçiydi. Hayatı boyunca ne
okul görmüş ne de bir eğitim almıştı. Ama Allah
ona doğmadan evvel mesleğini vermişti. Ne gerek
vardı okul okuyup vakit kaybetmesine? Yirmi yıllık
fabrika kurucusunun ölümünden sonra saf
oğlunun eline geçti. Gelen her müdür o fabrikayı
kötüleştirip satın almaya çalıştı, ancak yaratan
buna müsaade etmedi. Çünkü oradan öyle bir
isim çıkıp hak edenlere öyle ağır dersler verecekti
ki saatini bekliyordu. Saf patron son bir defa
toplantı yapacaklarını söyledi. Akşam mesai
bitiminde herkes salonda toplandı. Koray adlı
genç en ön sıralarda oturmuş müdürle patronun
saçma sapan kurtarma fikirlerini dinliyordu. Söz
aldı ve konuşmaya başladı. Her ikisine de çok
yorgun olduklarını ve yanlış planlar yaptıklarını
söyledi. Batmak üzere olan firma böyle
kurtarılamazdı. Kendi yöntemlerini anlatmaya
başladı. Çaresiz kalan müdür ve saf patron onun
anlattığı muhteşem fikirlerden ve planlardan
etkilendi. O günden sonra Koray yetkilendirildi.
Malları satın alan firmalarla telefon trafiği
başladı. Koray her birini ikna etti. Diğer dokuz
arkadaşını da kendine inandırarak işten
ayrılmamalarını sağladı. Bu arada müdür ve
patron olan biteni hayretle izliyordu. Bir işçi nasıl
olur da bunca marifeti sergileyebilirdi. Cesaretti
bunun diğer adı. Bozulan makineleri birer birer
elden geçirdi. Ayarlarını yaptı. Depodaki
çalışmayan makineleri de tamir edip kullanıma
soktu. İmalat gittikçe hızlanıyordu. Fabrikanın
yeni bir kahramanı vardı artık. Müşteriler ondan
gururla bahsediyor, diğer iki enayi ile muhatap
olmuyorlardı. Koray fabrikaya tecrübeli bir
muhasebeci aldı. Tüm mali işleri ona devretti.
Kendisi üretim hattında imalatı ve montajı
gözlemleyecek, bu alanda yeni elemanlar
yetiştirecekti. Üç ayın sonunda firma güzel bir
çıkış yakaladı. Borçlar kapatıldı. Eksikler giderildi.
Yeni elemanlar alındı. Artık içerde tam yetmiş kişi
çalışıyordu. Üç vardiya halinde görev yapıyorlardı.
Koray bazen eve gidecek fırsat bulamıyor orada
kalıyordu. İşleri iyice boşlayan keyif düşkünü ikili
ise her şeyden vazgeçmiş biçimde gün gün
oradan uzaklaşıyordu. Muhasebeci ve Koray kafa
kafaya verdiler. İki bankadan dev bir kredi çekip
firmayı bu iki tembelden satın almanın planlarını
yaptılar. Aciz ikiliye teklif götürdüler. Onlar
dünden razıydı. Devir işlerini bir hafta içerisinde
halledip firmayı yeni sahibine bıraktılar. Koray,
kendi azmi ve akıllı muhasebecisi sayesinde öldü
denen firmayı satın aldı. Bu iki iş bitirici isim
müşterilerin diline dolandı. Herkes onlardan
övgüyle bahsediyordu. Mütevazı kişilikleri işleri
kadar değerliydi. Aradan üç yıl geçti. Koray, atölye
gibi satın aldığı bitik fabrikayı iflastan kurtarmış
dillere destan bir hale getirmişti. Üstelik işten
çıkarılan ve mağdur edilen tüm arkadaşlarını da
tekrar işe almıştı. Gazetelerde, radyolarda,
televizyonlarda reklâmları yayınlanıyordu. Allah’ın
verdiği yetenekle işçilikten patronluğa geçiş
yapmış ama asla ve asla geldiği yeri unutmamıştı.
Onlarca insanı mağdur eden iki andavallı yerini iki
aklı başında adam gibi adama bırakarak oradan
defolup gitti. Akıllarda ise herkesin hak ettiği gibi
yaşadığı evveli gerçek sonrası ibretlik bir laf kaldı.

KIRK YIL SIRTINDA ODUN TAŞIYAN ŞAİR

Yoksul Yunus sırtıyla kırk yıl dağdan odun indirdi.
Kırk yıl sabretti yüreğine aydınlığın doğacağı
günü bekledi.
Sivrihisar’a bağlı Sarıköy derler bir köy vardı.
Burada Yunus adında genç bir adam yaşıyordu.
Taptuk Emre adında bir yol göstericinin kapısına
sığınmıştı. Başka insanlarda vardı burada. Taptuk
Emre Yunus’u dağdan odun getirmekle
görevlendirmişti.
Yunus her gün dağa gitti, odun getirdi. Bunlar
öyle odunlardı ki oklava gibi dümdüzdü. “Niçin
hep düzdün odun getiriyorsun? Ormanda hiç eğri
odun yok mu?” diye soranlara “Taptuk’un
kapısına eğri odun yaraşmaz,” karşılığını verirdi.
Bir yıl değil, beş yıl değil, yoksul yunus tam kırk yıl
hergün dağdan odun taşıdı. Durumundan
kimseye yakınmadı, yazıklanmadı.
Kırk yıl geride kalmıştı. Bir akşam Taptuk
ocağında kalabalık bir topluluk yer almıştı.
İlahiler okunacak, şiirler söylenecekti. Yunus da
dağdan yorgun argın gelmiş, kapı ardında bir yere
ilişmişti. Taptuk’un adamları arasında Yunus’-ı
Güyende (Söyleyici Yunus)adında bir şair vardı.
Taptuk emre ona:
“Yunus,” dedi. “haydi bir şeyler söyle de
dinleyelim.”
Güyende mırın kırın etti, bir şeyler demek istedi
başaramadı.
Ak sakallı Taptuk Koca, topluluğa bakındı. En
arkada kapı dibinde Yunus’u gördü.
“Haydi oduncu Yunus, sen söyle!”
Yunus bir anda gözlerinden bir perde kalkmış gibi
içinin aydınlandığını hissetti.  Her şeyi daha bir arı
duru duru görmeye başladı ve dili çözüldü. O gece
orada öyle güzel şiirler söylendi ki dinleyenler
kendilerinden geçtiler.
Ertsi gün Taptuk baba Yunus’u çağırdı:
“Artık,” dedi, ”aradığını buldun. Çilen doldu,
tamam oldu. Bundan böyle bu kapıya odun
getirmen gerekmez.”
Yunus pirinin elini öptü. Sırtında aba, ayaklarında
çarık, omzunda çıkını, elinde sopası yollara düştü.
Dağlara taşlara, uçan kuşlara, tarlalarda çalışan
insanlara, atlarının üstünde kurumlu kurumlu
giden eli kanlı beylere şiirler söyleyerek yıllarca
dolaştı. Yolu bir gün Konya’ya düştü. Büyük şair
ve bilgin Mevlana’nın yanına vardı, elini öptü.
Mevlana kendisine yeni yazdığı altı ciltlik Mesnevi
adlı kitabını gösterdi. Yunus baktı, karıştırdı:
“Uzun yazmışsın,” dedi “Ben olsam, Ete kemiğe
büründüm Yunus diye göründüm derdim, olur
biterdi.”
Yunus bütün Anadolu’yu Suriye’yi, Azerbaycan’ı
içine alan uzun yolculuğundan dönünce gene
Taptuk Emre’nin yanına vardı. Taptuk Baba, artık
iyice yaşlanmıştı. İki gözü görmez olmuştu.
Yunus’a:
“Yunus’um,” dedi, “iki güneş bir arada barınmaz,
şimdi bir ok atacağım. Bu oku ara, onu nerede
bulduysan orada yerleş kal.”
Ok vınlayarak bulutların arasında kaybolup gitti.
Yunus tam beş yıl bu oku aradı. Sonunda
doğduğu Sarıköy’de buldu. Oraya yerleşti ve
orada öldü. Şimdi mezarı Sarıköy’dedir.
Yunus Emre Türk edebiyatının en büyük
şairlerinden birisidir. O zamanki Türk aydınları
Türk dilini hor görüyor, Arapça, Farsça yazmayı
üstünlük sayıyorlardı. Yunus emre halkın
konuştuğu Türkçe’yi şiir dili yaptı. Üstün şairlik
yeteneği ile dilimizi içlere işleyen  akıcı ve sıcak bir
ses haline getirdi.
Türk halkı onu yedi yüz yıldır hiç unutamadı. Kimi
kentli şairler onu küçük gördüler, yazdıkları
kitaplarda adını anmadılar ama köylünün,
kasabalının,, hatta dağ başındaki çobanların
dilinden hiç düşmedi.
Şiirlerinden hangi dinden, hangi ırktan olursa
olsun, insanları sevmek gerektiğini, barış içinde
yaşama dileğini dile getirdi.
Derler ki, Yunus üç bin tane şiir yazdı. Şiirlerinin
yazılı bulunduğu defter, Yunus öldükten yüz yıl
sonra Molla Kasım adında bir Ham Sofunun
eline geçti. Defteri yanına aldı. Irmak kıyısına
vardı. Sağ yanında bir ırmak akıyordu sol yanında
da bir ateş yaktı. Başladı şiirleri okumaya. Dar
kafalı Molla, şiirleri okuyor hiç birisini
beğenmiyordu. Bunları dine aykırı buluyordu.
Okuduğu sayfayı koparıyor kimini yanı başında
sessiz sessiz akıp giden ırmağa atıyor, kimini de
oylumoylum yanan ateşte yakıyordu. Tam iki bin
şiiri yok etmişti. Birden eline iki bin birinci şiir
geçti. O şiirin sonunda şöyle deniliyordu:
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sorguya çeken bir Molla Kasım gelir.”
Molla Kasım böğründen kurşun yemişe döndü.
Dili dişi kitlendi. Ben ne yaptım da iki bin şiiri
yaramaz diye yok ettim,” diye dövünmeye
başladı.”
Ama dövünmesi gereksizdi. Çünkü o şiirlerin hiç
birisi boşa gitmedi. Yok olmadı. Halkımızın
inancına göre bu gün ırmağa atılan bin şiiri
denizlerde balıklar, yakılan bin şiiri gökyüzündeki
kuşlar, kalan bin şiiri de insanlar okuyor.
Şimdi siz bunun aslı varmı diye soracaksınız. Aslı
olmasa da bir büyük şaire halkın verdiği değeri
göstermesi bakımından çok güzel bir hikaye…
büyük şairler çiçeklere benzer, halk toprağında her
yıl yeniden açıp dururlar.
Hasan Latif Sarıyüce

29 Mayıs 2015 Cuma

tatvan tanıtım filmi




iyi seyirler

aşk hikayesi(çok acıklı):(


Tamamen Gerçek Hayattan Alıntı Bu Aşk Hikayesini Okurken Çok
Duygulanacak
Hüzünlenecek ve Bu Hikaye\\\'nin Etkisinde Kalacak ve Bu Etkiyi
Üzerinizden Bir
Kaç Gün Boyunca Atamayacaksınız. Hiyakenin Konusu Bir Gençin Sonu
Ölümle
Biten Çocukluk Sevdasını Anlatıyor...

BIZIMKISI BIR ASK HIKAYESI

Sizin için ne derece önemi var bunu bilmiyorum ama ben bu satırları
yazarken
gözümden damlalar akıyor klavye üzerine. Erkekler ağlamaz lafı bana
göre
değil. Ağlamaktan hiç utanmadım,duygularım,acılarım beni boğduğu zaman
hep
ağladım.Yine ağlıyorum... Sizleri tanımıyorum ama sizlerle paylaşmak
istiyorum.Lütfen;bu satırlara bir seven olarak sahip çıkın ve lütfen
yazılı
satırlar olarak geçmeyin. Okudukça yeryüzünde insanlar neleri yaşarmış
diyeceksiniz buna eminim. Bir memur ailenin en küçük çocuğu olarak
babamın
tayininin çıktığı bir köye taşındık.Huzursuzdum,okulumu bir köy
okulunda
okumaktansa ,şehirde medenice okumak istiyordum.kaydımı yaptırdı babam
okula.İlkokul 4. sınıftan başladım köy okuluna.Beni bir sınıfa
verdiler.Öğretmen köyde yabancı olduğumu biliyordu ve hangi sıraya
oturmak
istiyorsan otur dedi bana.Bir kızın yanı boştu sadece oraya
oturdum.Hayatımı
adadığım,gidişiyle beni bitiren insanla ilk o zaman tanıştım.İsmi
Altınay
idi.Çocuk yaşımda bile onun güzelliği beni çok etkilemişti.Masmavi
gözleri,gamze yanakları ile arada bir bana dönüp gülüşü,yanlış yazdığım
notlarımda kendi silgisiyle defterimdeki hatayı silmesi beni o minik
yaşımda
ona bağladı.O dönemlerde çocukça bir arkadaşlıktı. Zaman ilerledikçe
onsuz
tek saniye geçiremiyordum.ya ben onlara gidip ders çalışıyor, yada o
bize
geliyordu.Mükemmel bir paylaşımcıydı.Yüreğini,sevgisini,dostluğunu daha
o
yaşta vermişti bana.İlkokulu birlikte okuduk ve aynı sırada
bitirdik.Hep
onunla hep ona biraz daha alışarak. Ortaokula geçtiğimizde ailelerimize
rica
ettik ve bizi aynı okula yazdırdılar, hatta aynı sınıfa,hatta aynı
sıraya
oturmamız için babalarımız öğretmenlere adeta yalvardılar.Başarmıştık.
Yine
aynı sıradaydık.Geride kalan ilkokul dönemindeki iki yılda anladım ki
onsuz
hayat bana huzur vermiyordu.Yaşımız olgunlaştıkça o beni,ben onu daha
çok
seviyordum.Çocukça başlayan arkadaşlığımız sevgiye aşka dönüşmüştü
ortaokul
yıllarımız bitmek üzereyken.Şehir merkezinde.Ailelerimiz liseye
geçtiğimiz
sırada ortak bir karar aldılar.Buna göre tek ev kiralayacak ikimiz aynı
evde
kalacaktık.Annem de bizimle kalacaktı.Allah\\\'ım o karar bize
iletildiğinde
dakikalarca sarmaş dolaş kutlamıştık bunu.Ona aşık olmuştum.Aynı
duyguları o
da paylaşıyordu ve bunu fark eden ailelerimiz okul bittiğinde
evlendirelim
diye karar almışlardı bile.Ona tapıyordum artık.Haşa Allah\\\'a şirk koşar
gibi
günah işlercesine seviyordum.İlk elini tuttuğumda sakın bir daha
bırakma
demiştim. Yanakları kızarmıştı,utanmış ve başını önüne !
eğmiş,gülümsemiş ve
elimi sıkı sıkı kavramıştı.Artık her gün elele tutuşup okula gidiyor
okuldan
çıkarken elele dolaşıyor geziyor öyle gidiyorduk evimize.Arada bir
elleri
terler ve her terleyişte elini elimden kurulamak için çekerdi.Bunu her
yaptığında kızar elimi bırakma diye azarlardım,hep tamam tamam diyerek
gülümser ve hızla elini avucuma sokuştururdu. Her şey harikaydı,dünya
cennet
gibiydi gözümüzde.Yıllar akıp gidiyordu mutluluk içinde.Nihayet liseyi
de
bitirmek üzereydik.karne dönemi gelmişti.Karnelerimizi aldık hiç
kırığımız
yoktu.Sevinçle sarıldık birbirimize elimi tuttu.bunu kutlamak için bir
cafeye gidip cola içerek kutlayacaktık.Okulun az ilerisinden geçen bir
çakıl
yol vardı.Her zaman toz duman içinde olurdu.çakıllarla kaplıydı.O yolun
benim ve ölürcesine sevdiğim insanın ayrılmasında bu kadar rol
oynayacağını
bilsem hiç girer miydik o yola.Neler vermezdim o yolu yürümemek için.
Eli
yine elimdeydi,ansızın elini çekti,terlemişti yine eli.Sanırım dört
adım
atmıştım.Dönüp yine azarlayacaktım.Çünkü hem elimi bırakmış,hem de
geride
kalmıştı.Dönüp baktığımda Dünya başıma yıkıldı.Sanki gök kubbenin
altında
kaldım.yerdeydi ve yüzünden kan fışkırıyordu.ne yapacağımı bilemedim
üzerine
kapandım yüzüne yapışmış saçlarını kaldırdığımda hayatımı bitiren o
görüntüyle karşılaştım.Başı kesilmiş bir tavuk gibi
çırpınıyordu.Suratına
bir taş parçası bıçak gibi saplanmıştı ve bakmaya doyamadığım mavi
gözlerinden biri akmıştı.Suratının yarısı yoktu.Hırlıyordu bana bir
şeyler
demek istiyor kanla kaplı diğer gözünü temizleyerek bana bir şeyler
demeye
çalışıyordu.Yoldan geçen bir kamyonun tekerinin altından fırlayan bir
taş
suratına saplanmıştı.Ölürcesine bir aşkı,geleceğimizi kibrit
büyüklüğünde
bir taş parçasının bitireceğini bilemezdim.Donuk donuk hiç konuşamadan
yüzüne bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Ellerini tuttum kaldırdım
başını göğsüme dayadı ve elimi sıkı sıkı tuttu.Akan kan ellerimize
damlıyordu.Yoldan geçen bir araba durmuş bizi seyrediyordu,hastaneye
yetiştirelim dediğimde kanlı olduğu için almadı ve kaçtı gitti.Kimse
arabaya
almıyordu.çevreme bakıp yardım eden demekten,ona dönüp seni
seviyorum,beni
bırakma,dayan demekten başka bir şey yapamıyordum.İki dakikalık bir
çırpınıştan sonra kucağımda öldü.Cennet olan Dünya 5 dakikada cehenneme
döndü.Tam dokuz yıl oldu onu yitireli.
Kendime olan güvenimi yitirdim.Artık kimseyi sevemem,kimsede beni
sevemez
korkusundan kurtaramıyorum kendimi.Bitkisel hayatta gibiyim.Tek elimde
kalan
bu net.bu net aracılığıyla sizinle paylaşmak istedim.Yitiren,ya da ben
yitirenle paylaşmak isteyen herkese elleri terlese bile ellerimi
bırakmamaları şartıyla elimi uzattım.Dost,kardeş,arkadaş ne olursanız
olun
ama elimi bırakmayın.Size sesleniyorum, elimi bırakmayın lütfen...


Bu yazıyı okurken sizinde eliniz terlediyse o zaman bilin ki sizde sevdiniz….
duygulandınız hatta ağladınız ama işte kader…